Bir gece macerası 2, Mindful Hikayeler

2019, soğuk bir hafta sonu. Benim için sadece soğuk bir hafta sonu değil, çok önemli bir hafta sonu. Uzun süredir hazırlandığım bir eğitimi vermeye başlayacağım bir hafta sonu.

Gözümü cumartesiye, midem burula burula açıyorum. İçimdeki ses ile bedenim sanki iki farklı dil konuşuyor ve birbirlerini anlamıyor; İçimdeki ses “Her şey yolunda gidecek” diyor, omuzlarım, ellerim, karnım gergin, agresif ve suratsız. Bu iletişimsizliği tuhaf buluyorum, rasyonel tarafım “Her şey yolunca gidecek” dediğine göre, bedenim niçin anlamıyor ve kötü hissediyor?

Göz açıp kapayana kadar cumartesi bitiyor, neredeyse aralıksız yedi saat konuşmuş, gülmüş, güldürmeye çalışmış olabilirim. “Bence iyi geçti” diyorum kendi kendime. İnsan Kaynakları müdürü gülüyor mu ağlıyor mu belli olmayan yüz ifadesi ile teşekkür ediyor bana. Çıkmak üzere hazırlanıyorum. O kadar çok konuşmuşum ki artık bir kelime edesim yok, bir taraftan da katılımcıların eğitimle ilgili düşüncelerini öğrenmek istiyorum. Tek başına benim, “İyi geçti” demem bir süre sonra bana yetmeyecek biliyorum, “Acaba onlar da beğendi mi? Yeterli oldum mu? Yoksa iyi değil miydim?” soruları kafama üşüşecek, beni didikleyecek biliyorum. Şu “İK’cı keşke daha içten teşekkür etseydi. Aman onlar zaten hep öyle, teşekkürleri hep yarım yamalak.”

Yorgunum, katılımcılar etrafımda, kendi aralarında konuşuyorlar, kimse eğitimle ilgili bir şeyden bahsetmiyor, anında akşam planlamasına geçmişler. Dinlerken de esneyeni vardı, telefonuyla oynayanı, “cumartesi burada ne işim var” diyen suratlısı, zor tabii… İnsanların bir hafta sonu var, onda da şirket içi eğitim diye şirkete getiriyorlar.… Ağzımı açmaya üşeniyorum, bir de cool görünerek eğitimi nasıl bulduklarını hangi sorularla öğreneceğim, bir türlü formüle edemiyorum.

Bir gün önce kızımla cumartesi günü dışarda akşam yemeği yiyelim diyoruz. Aslında teklif kızımdan geliyor. Telefonla arıyorum, açmıyor. Hava çok soğuk, açım, canım şarap istiyor, kafam uğulduyor. Çok üşüyorum, bir yandan da bütün gün kapalı bir odada kalmışım, soğuk iyi geliyor. Eğitim yarın da devam edecek, yemek yiyip eve gitmek istiyorum. Tekrar arıyorum, tekrar açmıyor. Hava karanlık ama saat altı daha. O telefon açılmayınca çok sinirlenirim. Kızımın telefonunun ismi, benim için “O telefon”. Ağzımdan hep “O” lafı çıkıyor nedense, “O telefon neden açılmıyor”, “Bütün gün O telefonlasın”, “O telefonu bırak da iki çift edelim… Çoğu zaman beni en sinir eden insan kadar sinirlendirmeyi başarıyor “O telefon”. Sanki bir insan o telefon, çoğu zaman rakibim. Çok da üzülüyorum telefonla bu kadar vakit geçirdiği için, “Nerden biliyorsun telefonla ne yaptığımı? Artık her şey telefonda” diyor, güya kitap da okuyorlarmış telefonla. Ben zihnimde ise bütün gün Tiktok ya da Istagram’da fink atıyor. Bazen evde telefondayken çaktırmadan yanına yaklaşıyorum ve göz bebeklerinden bir şey mi okuyor, sabit bir görüntüye mi bakıyor kestirmeye çalışıyorum.

Şimdi ise telefonu açmadı diye sinirlenemeyecek kadar yorgun hissediyorum. Çok üşüyorum. İçim titriyor. Öyle sokakta ne yapacağıma karar veremiyorken, telefonum çalıyor, zil sesini duyunca kızım sanıp bedenim rahatlıyor, canlanıyor, yakın bir arkadaşımmış arayan, canım hafiften sıkılıyor. Bu arada kızım arıyor, arkadaşıma seni arayayım diyorum, kızımla konuşuyorum, arkadaşlarıylaymış. “45 Dakika sonra gelsem olur mu anneciğim?” diyor. Sesi cıvıl cıvıl, bayılıyorum onun sesine. Saat 6 bile olsa telefonunu açmayınca aklıma yüzlerce kötü senaryo geliyor. Neyse kaçırılmamış, arkadaşlarıylaymış. İçimden bir ses “Anneciğim dediğinde kesin altından bir şeyler çıkar”, diyor, ay tabii ki biliyorum.

Arkadaşımı geri arıyorum, “Hadi bir şeyler içelim” diyor, teklifin üstüne atlıyorum.

Arkadaşımla mahalle barımıza gidelim diyoruz, aynı anda içeri giriyoruz, içerisi sıcak, bir iki arkadaşımız oturuyor, usul usul güzel bir şarkı çalıyor. Her zamanki gibi bar taburesine oturuyoruz. Herkesle selamlaşıyoruz, öpüşüyoruz, içeceklerimizin siparişini veriyoruz. Arkadaşım heyecanla, gözlerini gözlerimden ayırmadan “Nasıl geçti bugün beybim?”, diyor, bugünün benim için önemini biliyor, eğitimin sunumunu hazırlarken çok yardım etti bana, tam o sırada telefonu çalıyor “Annem, bakmazsam çok endişelenir” diyor, telefon elinde dışarı çıkıyor.

Anneye müteşekkirim hiç dermanım yok bugünün nasıl geçtiğini anlatmaya. Gözlerimi bir anlığına kapatıyorum. Dışarda çok üşümüşüm, kemiklerim ısınıyor, ısınmayı an ve an hissediyorum. Çenem oldukça gergin, alt çenemi üst çenemden ayırıyorum, çenem rahat ediyor. Beynimde eğitimdeki konuşmalar, sesler, gülüşmeler hala aynı yoğunlukta devam ediyor. Eğitimde insanları güldürdüğüm, iyi olduğum anları zihnim sanki kayda almış, tekrar tekrar dönüyor film. Isınmak çok iyi geliyor ama ne kadar yorgun olduğumu ilk defa ısınınca ve gözlerimi kapatınca anlayabiliyorum. Keşke eve gitseydim diyorum. Ne konuşmaya, ne de yemek yemek için kızımı beklemeye dermanım var. Isındıkça yorgunluğum daha da belirgin olmaya başlıyor.

“Neden geldim ki buraya” diye kendime kızıyorum, “Ne düşüncesiz bir çocuk ya” diyorum. Altı üstü bir yemek yiyeceğiz, illa bekletecek, üstelik biliyor da bugün yorgun olacağımı. Annesi arayınca telefonunu hemen açan arkadaşım hala dışarda, iyice sinir oluyorum kendi kızıma. Elalemin kızı ne güzel hemen açıyor annesinin telefonunu, bu “Elalem” lafı bana annemden miras, annem de ben de aynı gariplikte vurguluyoruz kelimeyi. Annem sık sık kullanır bu kelimeyi, ben sözlü olarak hiç kullanmam ama kafamdaki ses, biz bizeyken kullanmayı çok sever. Kızımı arıyorum açmıyor.

Barda otururken birden 20 seneki halim aklıma geliyor; Kış günü, kızım benden ayrı bir ülkede, evde tek başınayım, arıyorum ve açmıyor. Başka bir ülkede, aramaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Bütün gece arıyorum ve telefonunu bir türlü açmıyor. Barda oturup 20 sene sonra kızıma ulaşamama ihtimalimi düşünürken karnıma kramplar giriyor. Sanki bedenimin içine bir taş yerleşiyor, ellerim uyuşuyor, kalbim küt küt atıyor. Gecenin bir yarısı elimde telefon kızıma ulaşmaya çalışıyorum. Koşarak pasaportumda vize durumuma bakarken hayal ediyorum kendimi, bir bakıyorum ki vizem bitmiş, şimdi nasıl gideceğim kızımı bulmaya? Bu kıza annemin aradığı telefonu mutlaka açması gerektiğini iyice öğretmeliyim diye düşünüyorum. Yoksa 20 sene sonra perişan olurum.

Şimdiden öğretmem şart. Patron kim görmeli, hop anneme geçtik gene, bu da annemim çocuk yetiştirme düsturu… Çocuk dediğin patron kim bilmeli çocuk dediğin…

Bu sırada arkadaşım içeri giriyor, o tabii rahat, sakin bir cumartesi günü geçirmiş, bütün gün evden hiç çıkmamış, kimseyle konuşmamış, uzun uzun uyumuş, iki film seyretmiş, kitap okumuş, çamaşır yıkaması gerekiyormuş, yıkamamış. Kanepeden sadece tuvalete gitmek için kalkmış. Dinlenmiş, karnı tok, çıkmadan önce güzelce karnını doyurmuş, güzel bir tarhana çorbası içmiş, organik salçalı patates yemeği yemiş. Anne usulü yapılan patates yemeği, tarifi annesinden almış. Annesi de o yüzden aramış zaten, yemek güzel oldu mu diye sormak için. Sumak koyarlarmış onlar patates yemeğinin içine. Böyle güzel, sakin kendi kendine geçirdiği bir günün ardından şimdi, haklı olarak konuşmak, sohbet etmek istiyor. Koşullarımız hiç aynı değil, sohbete katılma şartlarımız eşit değil. Yorgunum, açım, kızım tarafından ekildim, insan çocuğunu otuz küsur yaşına getirse bile, geceleri onu çok merak edeceği gerçeği küt diye üstüme düştü, daha ne olsun…

Karnım çok aç, saatime bakıyorum daha yarım saat geçmiş. Kızımı arıyorum. Açıyor “20 dakikaya kalkıyorum”, diyor. Telefonu hemen açması beni memnun ediyor, anında ve her seferinde yiyorum bu hemen geliyorum vaadlerini. Çok açım, aç açına birkaç yudum aldığım şarap hemen kötü etkisini midemde kendini gösteriyor. Açken ve karnımı doyuramaz durumdayken içimden durmadan “Açım” derim ben, açlığa karşı böyle

dayanıksız olmamı küçümsüyorum biraz. Aslında burada da bir şeyler yiyebilirim ama kızım geldiğinde açlığımdan yakınmak istiyorum, yakınmak istediğimi kendim bile bilmiyorum aslında. Bir de bir plan yapmışız, ona sadık kalmak gerek… Çocuk yetiştirirken etrafta dolaşan altın değerindeki öğütlerinden biri “çocuğuna bir söz vermişsen, mutlaka yerine getir”. Ben ise hep tartışmaya açmak istemişimdir bu öğütü…

Arkadaşım eğitimle ilgili aralıksız soru soruyor. Ben karşısındakine soru soran insanları çok severim. İçtenlikle ilgilenen, karşısındaki merak eden, anlamaya çalışan. Canım arkadaşım da böyledir aslında. Ama şimdi ne kadar yorgun olduğumu niye anlamıyor ve peş peşe soru soruyor diye sinir oluyorum. Neşesini, canlılığını besleyemiyorum. Şarabı hızla dikiyorum kafama, şarabı içim almıyor resmen. Bir tane daha söylüyorum. Saate bakıyorum, artık gelmesi lazım. Telefon açıyorum, telefonu açmıyor.

Kızıma sinir oluyorum, arkadaşıma sinir oluyorum. “Milletin keyfi yerinde”, der annem, genelde de bana kızdığında, emeklerine karşılık görmediğini düşündüğünde. Eğer bana kızmadığıysa ama yine de hayata bir sitemi varsa “Elalemin keyfi yerinde, bir biz kızım, bir bize” der. Ben açıkçası milletle keyfimin yerinde olduğu versiyonu tercih ederim. Diğeri çok klastrofobik geliyor; Annemle, annemin onuncu katındaki evindeyiz, ışıklarımız kapalı, dışarda herkes eğleniyor, sesleri onuncu kata kadar geliyor, biz kuş yuvamızda dertli dertli oturuyoruz. Televizyonda Seksenler…

Saate bakıyorum, oooo, kaç 20 dakika geçmiş. Dın dın, mesaj geliyor, “Anneeee, anneciğim, canım annem, Selin geldi, kalkamıyorum, sen yemek yesen, ben de olduğun yere bir saat sonra gelsem, beraber gitsek sonra eve, evde film izlesek, gül annem, canım annem”.

Allahım, bu mesaj tam da annemle onuncu kattaki kuş yuvamızda dertli dertli otururken geldi. Annem perdeleri sıkı sıkıya kapalı küçük oturma odamızda neler söylemem gerektiğine dair bana sufle veriyor; talimatları alıyorum ondan, üstüne hiç düşünmeden kızıma mesaj olarak aktarıyorum. “Yazıklar olsun, ben bütün çalışayım, yorgunluktan, açlıktan öleyim, hanfendi arkadaşlarından ayrılamasın”,

“Hiç tekrar okuma”, diyor annem, “Yolla gitsin”. Tam o sırada Seksenler’lerde baba çocuklarını azarlıyor. “Sıkıysa Seksenler’deki çocuklar akşam bu saatte eve gelmesinler”, diyor annem. Seksenler’de kocaman çocuklar, çocuk da denmez artık, bildiğin yetişkin yaştalar, nefes almak için bile nerdeyse analarından babalarından izin istiyorlar. Özellikle de babalarından, anne sanki en büyük abla, devamlı küçük kardeşleri ile suç ortaklı yapan….  Çocuk dediğime bakmayın, gerçekten yetişkin insanlar; Casting bir tuhaf evin çocukları rollerindeki oyuncular çok belli ki canlandırdıkları karakterlerden daha yaşlılar, bu da diziyi daha tuhaf hale getiriyor. “Ama işte” diyor annem “Senin kızın dışarda, o ailede asla böyle bir şey olamaz”, “Sen de bar köşelerinde kızını bekle”.

Bu barı çok severim ben, tüm arkadaşlarım burada. Günün hangi saati gitsem, mutlaka sohbet edecek birini bulurum. Tek başına çok güzel kalınan bir yer, üstelik. Bazı yerler vardır, yalnızlığı güvenli, konforlu bir yer haline getirir, burası da böyle bir yer. Bunları anneme anlatmak imkansız tabii ki…

“Ne demek anneyi gecenin bir yarısı sokaklarda bekletmek?”, “Aynen böyle yaz yolla” diyor annem. Uuuu, ben çoktan yolladım bunu mesaj olarak anneciğim, sen hiç merak etme. Sonra uyanıyorum, “Gecenin bir yarısı mı? Yapma anne”, diyorum “Saat daha yedi buçuk!” “Sokakta da beklemiyorum”. Aynı anda kızımdan mesaj geliyor, “Anne daha saat yedi buçuk, üstelik sokakta da değilsin, drama yapma lütfen”.

“Terbiyesiz” diyor, annem, “Terbiyesiz” diyorum yeni mesajımda. Bu “Drama yapma” lafının beni delirttiği kadar hiçbir şey delirtmiyor, bir de boş yapma lafı. Hışımla telefonu elimden bırakıyorum. İki kişiye birden çok kızgınım şu anda, beni beklettiği için kızıma, beni yeterince sert bulmadığı için anneme. Aynı anda bir kadının kızı olmakla, bir kızın annesi olmakta zorlanıyorum. Aslında saat sadece yedi buçuk ve gerçekten bulunmaktan zevk aldığım bir yerdeyim. Kafamın içi ise  ekildi, aç kaldı, yargılandı ve beğenilmedi.

Ve arkadaşımla sohbet ediyorum, yani ediyorum herhalde, çünkü bana “Peki yarın hangi konuları anlatacaksın?” diye soruyor. Evet, yarın da devam ediyor eğitim. Benim şimdi çoktan yıkanmış, yemeğimi yemiş, battaniyemin altına geçmiş olmam gerekiyordu. Oysa ben aç açına, elimde içki, bir bar taburesi üstünde çocuk bekliyorum.

“Bu cümlede kaç tane annem var?”, diye düşünüyorum.  

  • Aç açına, anne 1, annem aç kalmama hiç dayanamaz, hayatta en endişelendiği şey aç kalmam bence, hep aç mısın diye sorar, mesela Arjantin’e ya da Hollanda’ya gidiyorum diyeyim, hep ne yiyeceksin diye sorar, bir yerden döneyim, hep ne yedin diye…
  • Elimde içki, anne 2, düğünümde bile elinde içkiyle amma ortada dolaştın dedi ya, hala kızlarla gülüyoruz, gerçi kızlar da ellerinde içkiyle oradan oraya savrulmuşlar tüm düğün boyunca, ben farkında değildim, annem söyledi. İçki varsa anneme göre insan yalpalar, savrulur, oradan oraya gider ya da acıklı bir biçimde öylece oturur bir yerde.
  • Bar taburesi, anne 3, barlar, gece kulüpleri, gece gidilen her yer annem içim sıkıntılı yerler. Kanı hiç ısınamadı buralara. Kiminle gidildiğine göre yüzündeki memnuniyetsizliği değişir. En memnuniyetsiz yüz kızlarla gidilen bar haberiyle oluşurken, çok şaşırarak gördüm ki kocayla gidilen bar haberleri de hoş karşılanmadı. Uzun araştırmalar sonucu anladım ki, aile bütçesinin bara verilmesine karşı. Kuzenler en tercih edilen bar eşlikçisi.
  • Çocuk beklemek, anne 4, anneler annem içim servis gibi, bekletilmez beklenir. Nokta.

“Gelmedi hala senin minnoş” diyor arkadaşım, geriliyorum, savunmaya geçiyorum kızımı, sanki berbat bir şey yapmış da arkasında durmam gerekiyor gibi. Bir anne her zaman çocuğun yanında durur. Aklıma “Kevin Hakkında Konuşmamız Gerek” geliyor nedense, ne alaka yani…  Beni beklettiği için kızım hakkında kötü düşünsün istemiyorum.  “Uzun süredir yurtdışında olan arkadaşı gelmiş, onu bırakamamış, birazdan gelecek”, diyorum çabuk çabuk. “Ya”, diyor arkadaşım “Neden yurtdışında, yurtdışına mı taşındılar? Neredeler? Ailecek mi gittiler? Bir biz kaldık valla burada”. Annem olsa der ki “arkadaşı geldiyse geldi, bu saatte kız çocuğu dışarda olur mu hiç? Zaten sen de böyle barlar da, hayır çocuk bara mı gelecek gelse de?

Arkadaşımın sorularına cevap verirken, bedenim de annemin söylediklerine cevap veriyor. Bir de o “Bir biz kaldık burada” lafı rahatsız ediyor beni, n’apıyoruz biz hakikaten bu ülke de, gitmemiz mi lazım, kaç arkadaşım yurtdışına taşındı. Berlin’de İstanbul’da tanıdığımdan daha fazla insan tanıyorum artık nerdeyse.

Dın dın, mesaj geldi “Anne, bir saate kadar Selin’in annesi gelecekmiş, onlar beni eve bırakabilirmiş, nasıl yapalım?” Acayip sinir oluyorum. Açım, menü istiyorum, elbette bar menüsü, ne yiyebilirim bilmiyorum, et, kızartma, glüten, peynir yemek istemiyorum. Bana kalan tek şey salata, iyice sinirleniyorum. Salata ile kim doysun?

Her şeye sinirleniyorum, içimde hep öfke hissediyorum. Hep haksızlığa uğramış gibi… Sanki herkes bana karşı…

Bira tabağı söylüyorum, yattı balık yan gider, tavuğu ve sosisi soğan halkaları ile takas ediyorum. Bu barda müdavimlerin birtakım ayrıcalıkları var, yoksa müşterilerin her istediği öyle yerine getirilmez. Biz de müdavimler olarak şansımızı fazlaca zorlamamamız gerektiğini biliyoruz, öğrendik. Burası böyle bir yer. Seviyoruz.

Arkadaşım benden kesik kesik cevap aldığı ve bir taraftan da gözüm devamlı telefonda olduğu için enerjisini çoktan yan tabureye yöneltmiş durumda. İşte bu yüzden de seviyorum arkadaşımı, hiç yakınmaz, söylenmez, kimseden bir şey talep etmez, kendi başının çaresine her koşulda bakar.

Öyle bir an geliyor ki dayanamayacağımı hissediyorum, eve gitmem lazım. Hayır arkadaşıma ayıp olmaz, “Eve gitmem lazım, uzanmam gerek” diyorum, benim bira tabağımı arkadaşıma transfer ediyoruz. Arkadaşımla sarılıyoruz, aslında başlangıçta sıradan, formalitaden bir sarılma gibi başladı ama birkaç saniye sonra sanki bir şey oldu, karşındakine güç, güven veren, “Ben buradayım, merak etme, her şey yoluna girecek” diyen bir sarılmaya dönüştü. İstesen olmaz, birine “Ben buradayım, merak etme, her şey yoluna girecek”, desen aynı hissi asla yaratamazsın. İçimdeki öfke yumuşadı biraz. Başlarımız birbirimiz omzunda, kalıyoruz biraz öyle. Biraz daha kalsak sanki ağlayacak gibiyim, sanki o da ağlayacak, biraz nefesi hızlandı sanki. Sonra ben çıktım, eve geldim. İstediğim her şeye, yemeğe, kanepeye, battaniyeye, söylediği saatten 2 saat gecikmeyle kızıma kavuştum.

İyi ki o gün görmüşüm arkadaşımı, iyi ki sarılmışız. Sonra işte sahneye Korono çıktı, evlere kapandık. Yeni normale döndüğümüz gün annesini kaybetti, Korono’dan. Kasabasına gitti annesini toprağa vermek için, telefonda çok ağladık. “O günü hiç unutmayacağım” dedi, “Annemden aldığım son yemek tarifiydi”. Barda annesi aradığında konuşmak için dışarı çıkmıştı ya hani, annesi “Ölmeden bir torun sahibi yapamadın beni”, demiş. Darmadağan olmuş arkadaşım telefonda, çünkü zaten o gün meğerse tüm gün kendini çok yalnız hissediyormuş. İki film arasında ağlamış. Bir paket çikolatayı yemiş. Bara geldiğinde de çok yemek yemekten karnı ağrıyormuş, bana belli etmek istememiş. Sarılmamız çok iyi gelmiş, “Bana da”, diyemedim, ne tuhaf. Galiba konuşmasını bölmek istemedim.

Ben ise karantina döneminde istediğim her şeye dikkat etmeyi öğrendim. O gece eve gittiğimde, sıcak battaniyenin altında, elimde çorba kasesi ile “Çocukluğunda olduğu gibi bensiz dışarı çıkamayacağı günlere geri dönebilsek keşke”, dedim.

Ben sadece geceleri kastetmiştim ama hop bir hafta sonra hep beraber evde oturmaya başladık… Gece gündüz…

 

Nasıl İyi Hissederiz?
Bir gece macerası, Mindful Hikayeler