Burada Sorun Var Houston*

Şimdi sanki şöyle bir durum da çıktı ortaya, aslında pek bir problemimiz yok, uygarlığın geldiği bu noktaya kendini adapte edemeyen şapşirik sinir sistemimiz durmadan yanlış alarm veriyor. Bu yüzyılın şanslı insanları olarak bizler güvenli ortamlarda, güvenli evlerimizde yaşıyoruz, artık vahşi hayvanlardan kaçmamıza, avlanmaya ihtiyacımız yok. Su ihtiyacımız için timsahlara yem olmuyoruz, salgın hastalıklar kırmıyor soyumuzu ama sinir sistemimiz nedense anlayamıyor bu ‘dolce vita’yı, durmadan bize ‘sorun var, tehlikedesin’ sinyali yolluyor. Biz işte bu yüzden bu kadar endişeli, depresif ve saldırganız.

Mindfulness eğitimlerinde verilen bir örnektir; denir ki “Bizler kayayı ayı zanneden ve buna göre önlemini alıp hayatta kalanların torunlarıyız”. Yani diyelim ki atalarımızın zamanındayız, akşam olmuş, e sokak lambaları falan yok tabii, gözümüz iyi görmüyor uzağı, ancak önümüzü görebiliyoruz. İşte ilerde büyük bir şey var, önce korkulu rüyamız ‘ayı’ zannediyoruz o gördüğümüz şeyi, koşarak, hızlıca ve sessizce uzaklaşıyoruz oradan. Oysa sadece kayaymış o mesela; peki boşuna mı telaşımız? Değil, çünkü ayı da olabilirdi.

Eğer atalarımız ‘ay kaya be o’ deyip kendini korumasaydı;
a Elinde sonunda bir gün o kaya ayı çıkardı ve atalarımızı yerdi.
b Zaten kaya değil ayıysa en baştan yenmiş olurlardı.

İşte bu yüzden deniyor ki sinir sistemimiz en küçük bir olağanüstü olayda kendini korumak için ‘savaş ya da kaç’ sinyali yollamak üzere tasarlanmış, en basit haliyle sözelci aklımla özetleyebildiğim bu. Tıkır tıkır işliyor sistem, bazen biz farkına bile varmıyoruz, biz bir şey yaparken arkada onlarca açık bilgisayar programı var, çalışıyor onlar. Koruyorlar bizi her türlü tehlikeden, plan yapıyorlar, refleksler devreye giriyor vs.

Peki artık sokak lambaları sokakları güzelce aydınlatıyor, biz neden bu kadar endişeliyiz? Neden atalarımız gibi devamlı hayatta kalma çabası içinde hissediyoruz? İzninizle bir koşu gidip yeşil parkamı giyip cevap vereyim; çünkü yaşadığımız bu sistemde belki de hala o atalarımız kadar güvensiz hissediyoruz kendimizi. Çünkü çok yalnızız,tek başınayız, kamusal bir bütünün/kolektifin parçası değiliz, çünkü başımızı sokacak bir çatı bulmak, kendimizi ve ailemizi sağlıklı bir şekilde besleyebilmek, her an güvenli sağlık hizmetlerine ulaşabilmek, çocuklarımızın iyi eğitim görebileceği okullara gönderebilmek ‘kişisel performansımıza’ bağlı; iyi bir iş bulmamıza, işinde kendini gösterebilmemize, işten atılmamayı başarmamıza, atılsak bile yeniden iyi bir iş bulabilmemize, kendimizi devamlı ‘başarı hikayeleri’ ile kurabilmemize…

15 yıla yakın kurumsal hayatta çalışmış biri olarak artık yoga taytımla, çalışma dünyasına baktığımda, tüm ofis çatışmalarının ego, yükselme hırsı ve kapristen ziyade aslında şekil değiştirmiş bir hayatta kalma dürtüsü ile yapıldığını düşünüyorum. Tıpkı ayıdan koruma güdüsü ile hareket ediyoruz; Ne yani ben mi işten atılayım, önlemimi alayım, müdürüme yan masadakinin ne kadar beceriksiz ve tembel olduğunu bir ima edeyim’ mantığıyla… Belki o anda hiçbir personelin işten atılması söz konusu değil, hatta belki yeni personel alınacak ama belli mi olur, atalarımız nasıl ayıya dair önlem almışlarsa vaktinde, biz de işler yollundayken olası bir kriz anında eleman çıkarma durumuna karşı önlemimizi alalım… Neme lazım… Atalarımız karanlıkta nasıl ayı mı kaya mı anlayamıyorsa, biz de bu döneme ait bir ‘karanlıkta’ anlayamıyoruz ne zaman rahat olup, ne zaman alarm seslerine kulak vereceğimize.

Hatırlıyorum her genel müdür değiştiğinde ofiste büyük çalkantılar olurdu, herkes hem mütemadiyen birbiriyle konuşur, yorum yapar, kendi endişeli ruh halini karşındakine de geçirmek isterdi hem de kabuğuna çekilirdi; Yeni genel müdür kadrosunu getirecek mi? Acaba kim atılacak? Çaktırmadan gelecek dönem/dönemler borçlar ve olası atılmada ele geçecek tazminat hesaplanır, hemen networking hızlıca akıldan taranır, bu ara yeni Sultan’ın özellikleri, alışkanlıkları araştırılırdı, bazıları tüm paniğini her şeyi ile belli eder, tüm ofis gözünde anında ‘ezik’ yaftası yerdi, bazıları ise kafasında türlü hesaplar, tilkilere ve endişelere rağmen son derece cool görünmeyi becerirdi.

Şimdi lafım meclisten dışarı ama bence genel müdürlere, işten atma, işe alma yetkisi olan herkese modern zamanlar ‘ayıları’ diyebiliriz. Yahu ellerindeki güce istinaden diyorum, aşkolsun… İşten atılmak demek bir nevi ayı tarafından yenmek gibi bir şey, hayatını korur gibi tutunuyorsun o ‘işe’… Ayı seni yediğinde nasıl fiziksel bedenin ortadan kalkıyorsa işten atıldığında da hem ego bedenin yeniliyor, hem de annen devamlı bir konuşma baloncuğunun içinde ‘hazıra dağ mı dayanır’ diyor tepende..

Peki çözüm ne? Lafı niye bu kadar uzattım sanıyorsunuz belki sıkılırsınız da bu soruyu sormadan bırakırsınız diye yazıyı. Keşke uyusak uyansak, uyusak uyansak, uyusak uyansak, uyusak uyansak da insanı, doğayı, eşitliği, kamusal yararı önceleyen bir sistem içinde bulsak kendimizi.
Ama şimdilik yaşam şartlarımız çetin, atalarımızın ki gibi adeta, e napmalı peki; şimdiden, geleceğe ertelemeden neren başlamalı?

•. Hiç bir dönemde olmadığı kadar ‘bir’ olma haline ihtiyacımız var. ‘Başladı gene spiritüel spiritüel konuşmaya’ deyip ergen gibi gözlerinizi devirmeyin lütfen. Çok pratik bir şeyden bahsediyorum; ‘bir ‘ olmak, yani, beraber yaşadığımız, hayatı, zamanı, mekanı paylaştığımız insanlarla bir bütünün parçası olduğumuz hissetmek…onları ister sevelim ister sevmeyelim ama bir bütünün parçasıyız. Bedenimizin bir yerinde küçücük bir ağrı varsa tüm bedenimizin keyfi nasıl kaçıyorsa, o ‘bütünde’ acı, öfke, endişe varsa, bu ateş bizi de yakar. Devamlı hayatta kalma dürtüsünde kaldığımız, dünyadaki kaynakları çok yetersiz, kendi var oluşumuzu çok önemli gördüğümüz, çevremizle ilişkisel boyutta değil de hayatta kalma refleksleriyle temas kurduğumuz sürece hayat bize çok zor ve karşımızdakilere de… Ve belki de bir başkası da bize bakınca anlayamıyor, ‘ayı’ mıyız?’ ‘kaya’ mı? Belki onlar da sadece önlem alıyor ayı çıkma olasılığımız karşısında.. Ama siz kayasınız öyle mi? Ayı olma ihtimaliniz hiç yok yani? Eh peki, öyle diyorsanız…Yine de bu hayatta kendinize bile kefil olmayın, bir bakın…Duygunuza, hislerinize, insanlar için temennilerinize… İş yerindeki sizden duyduğu her iyi fikri topukları poposuna vura vura müdüre satan iş arkadaşınıza (bazıları çok pislik oluyor, ağır pislik oluyor ya, öyle böyle değil bilirim), metrobüste o tek kalmış koltuğu elde etmek için böğrünüze dirsek atan uzun yol yolcusuna, okul tiyatrosunda yeteneksiz kızını başrolde oynatmak için sizin yeteneksiz kızınızın ayağını kaydırmak için torpil bulmaya çalışan anneye, organic shop’ta! tüm en büyük yumurtaları kendi torbasına almak isteyen sağlık düşkünü kardeşimize ‘iyi ol, güvende ol, sağlıklı ol, ıstıraptan uzak ol’ diyebiliyor muyuz? (hemen siliyorsun gözlerindeki o alaycı bakışı, binlerce yıllık bir geleneğe dayanan şefkat meditasyonunu** küçümsemek de ne demek, her şey bitti Buda’yı da mı beğenmiyoruz?) Bir arkadaşım söylemişti yıllar önce iş yerinde biri kendisini öfkelendirdiğinde onu tuvalette ıkınırken düşünüyormuş, yani hoşlanmadığımız biriyle başa çıkmak için bu kadar tuhaflaşacağımıza karşımızdakini bizim gibi korkuları, endişeleri olan bir insan olarak görmek daha iyi bir fikir değil mi? Tıpkı bizim gibi kendince hayatta kalmaya çalışan, kendi çıkarını korumak için çeşitli stratejiler yapan biri gibi, karşısındakinin ayı mı kaya mı olduğu konusunda işini şansa bırakmak istemeyen atalarımız gibi mesela… Ikınan birini düşünmek? Bu mudur çözümümüz? İyi ol, güvende ol, sağlıklı ol, ıstıraptan uzak ol, demek daha mis kokulu değil mi?

• Endişelerimizi tanıyabiliriz. Endişeli olma hali çünkü, tüm benliğimize yerleşiyor, hangi acıyı, hangi endişeyi ne için çektiğimizi bile bilmiyoruz. Hayatın o kadar çok alanında sıkışmış ve tehlikede hissediyoruz ki varlığımızı, diken üstünde oturmak bir ‘life style!’ oldu bize, artık her şeye kirli bir camın arkasından bakıyoruz. Birinci adım olarak zihnimizin sokak lambası ile aydınlatılmayan bölgelerinde karşımızda alacakaranlıkta duran karaltının ayı mı kaya mı olduğunu görmeye niyet edebiliriz. Meditasyon yapamam ben sıkılırım diyoruz ya, belki de hareketsiz kaldığımızda tüm bu ‘gerçek ya da farazi, hayali ayıların’ bize saldırmasından korkuyoruz. Belki bu yüzden televizyon karşısında uyuyoruz, bu kadar hayatımızı dolduruyoruz, kulağımızda hep kulaklık belki… Bu yüzden… Kendimizi ne kadar sese ve aktiviteye boğsak da bu endişeler her an bizimle, zihnimizde, omuzlarımızda, el parmaklarımızda, belimizde, çenemizde… Kaçmak çözüm mü, olsa dükkan sizin ama değil, bir süre sonra bir yerlerden arıza vermeye başlıyoruz. O iç ‘ses’ dinlenmeden o kendi ‘filmin’ seyredilmeden burası endişeler ülkesi, buradan çıkış yok.

Belki de, belki de… Toparlayamadım sonunu yazının anlamışsınızdır, saçmalıyorum artık da birini ıkınırken düşünmek ne ya???

Houston burada sorun var dedim ama hallediyoruz gibi de…

Sevgiler,
Çağla Güngör

*Bkz. Nilüfer’in blog’daki yazısı, ‘Houston! Hiçbir sorun yok çok şükür
**Şevkat Meditasyonu: Geleneksel ezber bozucu Budist meditasyon tekniği

Bir Kumkurdu, Balık, Çiçek ve Ben
Houston*! Hiçbir sorun yok çok şükür