Arzunun O belirsiz nesnesi*

“İhtiyaç ve talep arasında boşluk yaratabilmek” üzerine bir deneme

Hayatınızda hiç delice arzu ettiğiniz bir şeye ulaştınız mı? Peki sonra ne oldu? O şey ile ne yapacağınızı bilebildiniz mi ya da “sıradaki” mi dediniz? Bu esnada ihtiyacınız ile talebiniz (İhtiyacın dile getirilmesi) arasındaki boşlukta (Lacan) hiç durup düşünmeyi denediniz mi, yoksa arzunuzun o boşluğa kurulmasının şehvetine mi kapıldınız?

İşin içinde arzu varsa dürtü var, dürtü varsa bilincin dışına özenle yerleştirdiğimiz, hatırlamadığımız hikayelerimiz… Jacques Lacan’a göre arzuya neden olan nesne ile onu tatmin edecek olan nesne daima farklı. Yani en basit haliyle şu: Kaçınılmaz olarak anneyi arzulayan çocuğun, annesinin yasaklı olduğunu öğrenmesiyle anneye benzeyen komşu teyzeye hayran/âşık olması. Nesne değişti. Günlük hayattan örnekle; işinizde çok istediğiniz bir terfi var. Bu, ulaşılabilir bir şey. Son derece somut, çözümü olan, tekrar edelim; bir istek. Bu hikâyede arzu nesneniz terfi değil, o sizin isteğiniz (Bkz. Yazının sonundaki not). Arzu nesneniz belki de çalıştığınız yerde hayran olduğunuz bir yöneticidir ve onun gibi olma arzunuz ya da rekabet halinde olduğunuz birine kendinizi ispat etmekten alacağınız hazzın kaynağı… Ve bunların da işte çocukluğa giden uzantıları vardır. Yani yok etme, sahip olma vb. arzularımızın nesnesi asıl itibariyle geçmişlerimizde. Biz bir nevi geçmişimizin yanılsamasını yaşarız şimdide. Belki de maya perdesi budur. Kişisel hikayemiz böyle örülüp gider ama bunu kesintiye uğratmak bizim elimizdedir diye düşünmek istiyorum. Bizim kendi üzerimizde çalışmamıza bağlıdır her şey.

İhtiyaç ile ihtiyacın ifadesi olan talep arasındaki boşluk Lacancılara göre doldurulamaz bir şey. Yani o boşluğa yerleştiği söylenen arzu, hiçbir zaman tatmin olmaz deniyor. Deleuze ise Anlamın Mantığı adlı kitabında “Sonsuz cezalardan korkmak, sınırsız arzuların gayet doğal bir sonucudur.” diyor. “Arzu varsa acı var” mı demek istiyorlar yoksa?

Batılı düşünürler yine adeta Doğu düşünüşünü takip eden çıkarsamalar seriyor önümüze: Budha’nın dediği gibi; hiçbir zaman tatmin edilemeyecek arzular, acıdan başka bir şey getirmez. O halde aslında arzuların salındığı o boşluğa bana kalırsa kendini bırakabilmek, işte bu büyük bir cesaret ve keskin dikkat sonrası kayıtsızlık gerektirir, belki de Samadhi bir nevi budur. Arzuları söndürmek, Nirvana bu değil midir?

Özetle konu döner dolaşır, “kendilik işçiliğine” (Bora Ercan’ın Foucault’tan esinlenerek ifadesiyle) gelir.

Kendimize katman katman ulaşmak ve ihtiyaçlarımızı, yakıcı/yıkıcı dürtüsel taleplerimizi fark etmek, biz onları bıraktıkça yok olup gitmelerini izlemek/izleyebilmek. Hiç kolay bir şey değil ama imkânsız da değil. Boşluk… Hem bizle dolu hem gerçek anlamda boş.

Sürrealizmden Budizm’e arzu

Arzu; gizli, bastırılan, doyurulmak istenen, karşı konulamayan, şeytani bulunan bir kavram. Semavi dinler “arzunuzu bastırın” derken, Budizm arzunuzu yok edin der, hazcı Epiküros bir parça peynir ve biraz şarapla mutlu olacağını söyleyerek arzusunu belli eder ve tevazuuyla arzuyu birbirine yaklaştırır, psikanaliz rüya içinde ifade bulan bilinçdışına itilmiş gizli arzuların davranışlarımızı belirlediğini ve bunların serbest çağrışım konuşma terapisi/analizi ile çözülebileceği kuramını ortaya koyar. Dünya savaşları dönemlerinde bu kuramdan şairler, ressamlar, yönetmenler etkilenir ve bu etki bir akıma dönüşür: Gerçeküstücülük (Sürrealizm).

Sürrealizm Manifestosu’nu (1924) yazan Andre Breton, temsil ettiği akım için “bilinç ile bilinç dışını birleştiren bir yol.” tarifini kullanır. Bilinçdışına itilen arzular, bu akımda “gerçeklik” kavramını deforme eder daha doğrusu gerçeğin bir çeşit ifadesi/izdüşümü sanat eserlerinde kendini gösterir. Yani beliren ihtiyacın başka bir deyişle bastırılmış arzunun doğrudan ifadesi olamayacağı için talep, serbest çağrışım ile belirir. Böylece sürrealizm akımı içinde ortaya çıkan sanat eserlerine Lacanian bir tabirle boşluk demek mümkün olabilir sanıyorum. İhtiyaç ile ifade ediş arasında (talep) boşluk… Ve burada salınan arzu…

Tüm bu yaklaşımların ortak noktası, arzunun karanlıklarda yaşayan, belirsizliklerden beslenen bir “canavar” olduğu fikri olabilir. “Mara” Budhacı mitolojide şeytan anlamına geliyor. Ayrıca ölümü simgeliyor ve arzu tanrılarıyla canavarların kralı olarak kabul ediliyor. Budha efsanelerindeki görevi baştan çıkarıcılık. (Dünya İnançları Sözlüğü, Hançerlioğlu, O.)

Budha’nın amacı, acı ve ıstıraba son vermekti denebilir. Verdiği ilk vaazda acıyı doğuran nedenleri hırs ve arzu olarak gösterir; bunları yenerek acıya son verilebileceğini söyler ve bunun için sekiz basamaklı bir yol serer önümüze. Meraklıları Walter Ruben’in Eski Metinlere Göre Budizm adlı kitabına başvurabilir.

Tarihin bir döneminde (7.yy) Budizm’i kabul eden Uygurlar’a ait “Öyle Yerlerde” adlı şiirin son dizelerinde; duyuların içe çekilip duyumsamalardan ve duygulardan sıyrılarak arzunun zincirlerinden kurtuluşun mümkün olduğu ve vaat edilen huzura bu şekilde ulaşılacağı yazar:

(…)

Gögerip duran güzel dağlarda,

gönlün hoşlandığı tenha yerlerde

Kesif, sık söğütlükler içinde,

kaynayıp köpüren göller arasında

başta göz olmak üzere, bütün hasselerden

sıyrılıp

her şeyin göründüğü, bilindiği gibi olduğu

yerde

hiçbir arzu beslemeden, huzur tatmak

işte öyle yerlerde!

(R. Rameti Arat – Eski Türk Şiiri – T.D.K. Yayınları)

 

Krishna Murti ise “Korkunun nedenlerinden biri arzudur” der ve ekler: “Arzunun olduğu yerde mutlaka çatışma, rekabet, mücadele vardır.”

 

* Yazının başlığı ve görseli Cet Obscur Objet du Désir adlı filmden (Yönetmen Luis Bunuel, Yapım yılı: 1977)

Arzu ve İstek üzerine not:

Arzu ve istek iki farklı kavram. Gerçi Freud sözünü ettiğim arzu’yu Almancada wunsch kelimesiyle adlandırıyor ve bu İngilizceye wish olarak çevriliyor ancak Lacan’ın devreye girmesiyle kelime gerçek anlamını buluyor: Désir. Lacan’a göre istek’in tatmini mümkün. Arzu ise nesnenin belirsizliği ile hem kesintisiz bir şekilde vardır hem de tatmin edilemez ve zorlayıcıdır.

Nilüfer Eyiişleyen