Erdem, zorbalık ve dijital zorbalık üzerine

Bu iki kavramın (erdem/zorbalık), zıtlıkları itibariyle, birbirini çok iyi tamamladıklarını düşündüm. Zorbalık kavramını Lacancı ve Freudien okumalarım, deneyimlerim, gözlemlerim ışığında, erdemi de Batı, biraz Doğu felsefesi ışığında ele alıyorum.

İlk gözlemimi şu cümleyle ifade edebilirim: Bugünlerde zorba olmak “elimizin altında”. Fark etmiyoruz bile. Gerçi kimse de kendi kendine “Amma da zorbayım” demiyordur herhalde. Dese belki bir özeleştiri çıkar da bir çözüm olur.

Oysa ki kendimizi hiç dinlemeden, ekranların arkasından ‘yapıştırıveriyoruz afili cümlelerimizi’ bizi ‘sinir’ edenlere, söz geçirmek istediklerimize, kendi tutumumuzu dayatmak istediklerimize, kendi dünya görüşümüzün içine tıkıştırmak istediklerimize.

‘Paylaşmak’, mesaj yollamak, yorum yazmak, ‘post etmek’ denemez herhalde buna? Sinir olmak, tasvip etmemek yetiveriyor ki bu duyguları boşaltıverme, kusuverme hali de çok kolaylaştı ne yazık ki.

Hemen başta kendimiz olmak üzere kurup kurup zehri önce içeriye zerk ediyoruz. Sonra bir “yetişkin” olarak bu duyguları düşünüp anlamadan koştura koştura makinelere sarılıyoruz.

“Çünkü acelemiz var, sesimiz hemen duyulsun istiyoruz çünkü infantiliz; anında onaylanmalıyız. Anında dikkati çekmeli, anında kırıp dökmeli, anında dijital sayfalara, didaktik, üstten, dışlayıcı, yargılayıcı, çok tumturaklı olduğunu zannettiğimiz, entelektten yoksun az düşünülmüş satırları takır takır dizmeliyiz.

Ki olduğunu varsaydığımız ihtiyacımız anında karşılansın. Haberler kötü: Karşılanmıyor. O nedenle döne döne bakıyoruz yazdıklarımıza, o nedenle döne döne bakıyoruz beğenilere, aman biri yorum yazmışsa hemen yanıt yazmaya… Tatmin olamayız böyle. Adres de mektup da yanlış.

Arzumuz ile ihtiyacımız arasına boşluk yerleştirmeye tahammülümüz yok. İhtiyaçlarımızı ıskalamamızın nedeni bundan. Bizi sinirlendiren, heyecanlandıran, korkutan şeylere takılıp kalıyoruz, bunları hedef haline getirip yok edici bir şekilde saldırganlaşıyoruz. Sığlaşıyoruz ve nedenlere odaklanmıyoruz.

Yok etmek istediğimiz aslında bize sesini duyuramayan ihtiyacımız, daha doğru bir ifade ile ihtiyaç karşılanacak-talep ortadan kalkacak. Ama elbette karşımızdakinin zihnini, gönlünü talan ederek değil, bilgelikle, erdemle. Ancak ihtiyacı doyuramama çaresizliğimiz eğer içeride çözmediğimiz bazı şeyler varsa maalesef zorbalığa kadar sürüklüyor bizi.

İlla ki dijital olmasına gerek yok. Telefon konuşmaları, yüz yüze konuşmalar, imalar, karşındakini hiç dinlememeler… Kendimizden koptukça nasıl bağ kurabiliriz ki karşımızdakiyle?

Saldırganca, zorbaca, yargılayıcı ama kaçak göçek vur kaçlar, varsaydığımız muhatabımızla doğru düzgün, yetişkince iletişim kur-a-mamak o ihtiyacımızın doyurulması için umutsuz bir “çaba”. Gelin görün ki yol bu değil. Bu, zorbalığın ötesine geçmez, kimse de bizi ciddiye almaz, karşılanmamış ihtiyacımızla ortalıkta gezer, yeni hedefler belirler, yeni konular üzerinden, yeni insanlar üzerinden açlığımızı gidermeye çabalarız. Sonuç; korktuklarımız başımıza gelir.

Korkularımızın, yalnızlık hissimizin, bağ kurmada yaşadığımız sorunların sinyalleri vardır ifade biçimimizde.

Kimimizin sosyal olaylar karşısında duyarlı ifadelerinin satır aralarında, kimimizin vur kaçlarında, kimimizin düşmanca kırıp dökmeci ifadelerinde hayat bulur bu karanlık duygular.

Havalandırılmamış, bastırılmış, yüzleşmekten kaçılmış, sahip çıkılmamış, karanlıktan aydınlığa dönüştürülmemiş duygular. Bunun için çabalayanları da hor görürüz bazen. İyice içinden çıkılmaz. Zannederiz ki bunlar bizim, aman da ne şahane rasyonalize ettiğimiz düşüncelerimiz.

Karanlık duygularımızın güdümüyle etrafımızdakilere ders verdiğimizi düşünerek, üzerinde ince ince düşünüp kendi kendimize, kendimizi tartışmadığımız “şeyleri” dijital zorbalıkla dayatmaktan vazgeçebiliriz. Vazgeçmeliyiz.

 

Erdem varsa dostluk vardır, dostluk varsa sırtın yere gelmez, dostun yoksa…  

…“Kendini bil!” (Thales).

Dostluk bir erdemdir. Sevgi de. Ama önce erdeme biraz daha yakından bakalım.

 

Yunanca Arete kelimesinin Türkçedeki karşılığı erdem. Yunan mitolojisinde Arete ayrıca bir tanrıça, erdem kavramının kişileştirilmiş halidir. Bu kavramın dişi bir forma atfedilmesini Antik Yunan’da erdemin özünde yıkıcılığın değil yapıcılığın, üretimin, çalışmanın olduğunun düşünülmesiyle bağdaştırıyorum.

Homeros’un şiirlerine kadar uzanır arete kavramı. Gündeme de çok uyan bir tarifi vardır: “Savaşta cesaret gösterme ve insanı hastalıktan ve açlıktan koruyan bedensel sağlık ve güçtür.”

Bugünün salgın döneminde akıllıca, sağduyulu, bilime kulak vererek evde kalıp kendimizi ve toplumu korumak sanılanın aksine panik halde korkakça bir tutum değil, cesaretle alınan bir karardır. Durumu inkâr edip korku ile yüzleşmek yerine hiçbir şey olmamış gibi davranma çabası ise korkma halini açıkça işaret eder.

Bu cesareti gösterenleri kâh susarak, kâh zorbalıkla kâh yargılayıp yalnızlaştırarak sansürleme, susturma çabasının kökü;  kendi içimizde çözümsüz görünen karanlıklar ülkesinden beslenir. Yapılacak şey iç görüye açık olmak, kendimize yaklaşmak, sosyal medya postlarının yanı sıra bol bol okumak, bol bol kendimizi dinlemek, mümkün olabiliyorsa bir uzman eşliğinde kendimizi sağaltmak.

Zira elimizdeki makine erdemli olmakla “kendiliğimiz” arasında büyük bir engel haline dönüşüyor.

Devam edelim areteden…

Antik Yunan felsefesinde “güç ya da erdem” olarak kullanılan bu kavramın özünü Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken’in notlarından alıntılayarak aktarayım:

“Zihni uykusundan uyandıran, insanı istediği ya da arzuladığı şeye ulaştıran ve insana kendisi için en değerli şeylerini kurban ettiren tutkunun kendisidir.”

Bence müthiş bir tarif. Teori ve pratik olarak uğraştığımız Yoga&Meditasyon uygulamalarında da zihni uykuda kabul ederiz ve uyandırmak üzere uğraş veririz, iğneyle kuyu kazarcasına. Diğer yandan yukarıdaki tanımda çok güzel bir sınır çizme vardır. Evet istediklerin için çabala, arzularına ulaş ama kendin için en değerli şeyleri kurban etmeyi göze al, bu erdemi gösterebilme cesaretin olsun. Olmalı.

Hoyratça “Bunu istiyorum, hemen şimdi istiyorum, hemen şimdi seni üzmek istiyorum, hemen şimdi içimdeki korkudan kurtulmalıyım ve bunu sana saldırarak bir nebze de olsa azaltmalıyım, hemen şimdi tiksinme duygusunu başka bir yere yöneltmeliyim onunla kalmaya tahammül edemem… istediğime acilen ulaşmalıyım, ihtiyacımı acilen karşılamalıyım…” Arzulara ulaşmayı aman böyle anlamayalım da…

Sokrates, mutlu olabilmenin koşulunu erdemli olmaya bağlar.

Sözünü ettiği mutluluk bugünün dünyasında peşinde olduklarımız değildir elbette. Bilgece bir mutluluktan, süregiden bir halden söz eder. Erdemi de insanın kendine özgü ve uygun olanı gerçekleştirmesi olarak tarif eder. Sofistlere göre erdem insanın doğasında vardır. Yani bugün biri erdemsiz davranıyorsa bu değiştirilebilir bir şeydir. Yeter ki “kendimizi bilmek” adına sakin olup düşünelim, kendimizi anlayalım.

Platon insan ruhunu üç bölüme ayırır. Etkileyicidir bu bölümlendirme. Çakralarla ilgilenenlerin ilgisini çekeceğini düşünüyorum:

  • Alt seviyedeki iştahlardır. Yeri alt karın bölgesidir. Akılsızlık ve dünya arzularını sembolize eder. Gölgeli duygular da diyebiliriz buna. Erdemi ölçülülüktür. Ilımlılık diye de geçer.
  • Diyafram ve kalp bölgesindedir. Ruhun cesaretidir. Gölgeli duygusu öfke ve erdemi de yürekliliktir. Cesaret de diyebiliriz.
  • Baş bölgesinde ise ölümsüz ruh vardır. Burada anladığım kadarıyla artık gölgeli duygu yok zira burası aklın yeri ve ilkesi akıl yürütme, erdemi de bilgelik diye geçiyor.

Ölçülülük, cesaret, bilgelik bu trinity’nin (üçlemin) bireyde ahenk içinde oluşu da başka bir erdeme karşılık geliyor. O da adalet!

Arete’nin adalet anlamı da vardır (Hançerlioğlu.O, Dünya İnançları Sözlüğü). Adalet demişken; İsa’nın insanlara öğütlediği en büyük erdem yoksulluktur. İnsanların varlıkta birleşmesini imkânsız görmüştür ve insanların yoksullukta eşitleneceğini, adaletin bu şekilde geleceğini düşünür. Oldukça sosyalist bir bakış açısı. Virüs günlerinde belki elinde güç bulunduranların bu fikre teslimiyetçi yaklaşabilmesi ne çok zorbalığı önlerdi…

Aristoteles erdemi ikiye ayırıyor:

Ahlaki erdemler (Arete ethike): Adalet, cesaret, ölçülülük, cömertlik, dostluk kavramlarını kapsıyor. Bunlara bir de ortak bir özellik atfediliyor; iki aşırı uç arasındaki ortayı bulan erdemler.

Ne kadar da Budist bir yaklaşım değil mi?

Bilgelik erdemler (Arete dianoetike): Bu da entelektüel faaliyetlere bağlı olan, şeylerin neden olduklarını anlama çabası. Anlamak ve bulgulamak üzerine yani. Yani ah bir anlasak içimizdeki şeylerin neden olduğunu işte o zorbalık da yok olacak.

Aristoteles insanı toplumsal varlık (zoon politikon) olarak niteler ve topluma karşı davranışlarından sorumlu tutar bireyi. Mutluluğu merkeze koyar ve bunun koşulu olarak da bilgeliği çıkarır karşımıza. Bilgeliğin de düşünme ve tutumla gerçekleştiğini söyler. Daha ne desin?

Felsefe Doğu ya da Batı, psikanaliz ve/veya meditasyon bize kendimize giden yolların kapılarını açıyor. Her disiplin bize hemen hemen benzer şeyler söylüyor. Bunun ne muazzam bir kaynak olduğunu kabul edip içimizdeki karanlıktan çıkabiliriz. Bilme hırsıyla, bildiğimizi gösterme hırsıyla değil, tevazuuyla içselleştirerek…

Biraz da “haz”…

“Hazcı” Epikuros ise bizi neyin mutlu ettiğini çok iyi analiz etmemiz gerektiğinden, mutluluğu sağlayan araçların eksiksiz ve doğru bir şekilde değerlendirilmesi gerektiğinden söz eder. Epikurosun hazzı bu arada mütevazi bir şeydir. Bir parça ekmek, biraz şarap. Zaten aşağıdaki şartlar da bu yaklaşımla bütün… Menoikeos’a Mektup adlı metninde Epikuros şu üç ilkeyi öğütler:

  1. Aç kalmamak
  2. Susuz kalmamak
  3. Üşümemek

Biriktirmekten, stoklamaktan, çok tüketmekten bahsetmiyor. Erdemleri hoş yaşamayı sağlamak için bir araç olarak görüyor ve mutluluğu temel ihtiyaçların karşılanmasında buluyor. Tüm bunlara tabii çok kritik bir şey ekliyor Epikuros, diyor ki aç-susuz olmamak, üşümemek ve ileride de bu şekilde olacağını ummak… “İşte o zaman insan mutlulukta Zeus ile yarışır.”

Epiküros bizi buradan sükûn kavramına götürür ve der ki insanın amacı salt sükûn halinde yaşama olmalı. Bu arada sükûn kavramının Yunanca karşılığı olan Atarksia, bugün ilaç firmaları tarafından üretilen bir antidepresanın da ismi. İronik.

Sükûn, Taoizm’de de çıkar karşımıza hatta Antik Yunan’daki mutluluk felsefesine denk düşer; bilgeliğin temel amacı sükûn ve huzurdur bu kadim bilgide.

Yoganın sekiz kolundan Yama’ların içerdiği beş temel sakınca için Epiküros’un üç maddelik tavsiyesi bana çok uygun geliyor. Yama’ları hatırlayalım: 1. Şiddet gösterme. 2. Doğru söyle/dürüst ol. 3. Çalma. 4. Duygu ve arzularında aşırıya kaçma. 5. Biriktirme/sadece ihtiyacın olanı al.

Yeterince yemek ye, su iç, beden ısını koru. Evet benim için de bu kadarıyla kalmak güç ama belki de bu tecrit günlerinde çok iyi bir öneri değil mi? Geçim sıkıntısı olan pek çoğumuzun kaygısı bende de var, şu anda sadece kavramsal olarak açık bir zihinle yaklaşıp, uygulayabildiğimiz kadarını uygulamanın çok yararlı olacağını düşünüyorum.

Bir erdem olarak sevgi ve dostluk

Pek çok filozofun erdemleri anlatırken dostluğu da dahil etmesi beni hep çok etkilemiştir.

Romalı filozof Cicero, sevgiyi bir erdem olarak niteler ve sevgi erdeminin dostlukları hem kurduğunu hem koruduğunu söyler. Sevgi yoksa o dostluk yok olmaya mahkumdur, zaten o ilişki dostluk da değildir. Zorbaca ve hoyratça harcanabilen bir ilişkiye dostluk demek Cicero’ya haksızlık olurdu herhalde. Filozoftan şu etkileyici alıntıyla bu yazıyı bitireyim:

“Kimilerinin; önceden erdemli insanlarken, kumanda ve yetki

elde ederek mutluluğa eriştikten sonra, değiştikleri, eski dostlarını hor görüp

yenilerine bağlandıkları görülebilir. Yetkileri ya da paralarıyla alınabilecek her

şeyi elde edip de, dostluğu, evrenin bu en değerli ve en güzel süsünü̈ elde etmemelerinden

daha budalaca ne olabilir? Alınabilecek olan şeyler, kim güçlüyse

onun malıdırlar. Dostluksa, sadece dostun malıdır.

Dosttan şerefli şeyler istemek, dost uğruna şerefli şeyler yapmak, dostluğun

en kutsal yasasıdır.

 

Erdeme öylesine değer verin ki, -onsuz dostluk olamaz- erdemden başka hiçbir

şeyin dostluğa üstün tutulabileceğine inanmayın.”

***
Erdemli olmak üzerine çalışmayı seçtim.

Nilüfer Eyiişleyen

 

*Bkz. bir önceki yazım Arzunun O Belirsiz Nesnesi (Lacan referanslı bir “arzu” makalesi).

Görsel: Perseus with the Head of Medusa, Sanatçı: Antonio Canova, sergilendiği yer: The Metropolitan Museum of Art, New York.