Tümgüçlü halinizi ve geçiş nesnenizi nasıl bilirsiniz?
İz Sürücü (Stalker, Tarkovsky, 1979) “izlediğim en çarpıcı filmler” listesinde ön sıralardaki yerini aldı. Evet bu kült filmi yeni izledim. Sinema yüksek lisansı yaparken çok etkilendiğim bir ifadeyle karşılaşmıştım, sanıyorum söyleyen Yusuf Kaplan idi. Aşağı yukarı şöyle:
“Film izledikten sonra kısa süre için başka tür bir canlıya dönüşürüz. Bir süre sonra yine kaldığımız yerden devam ederiz.”
Bunu bazı kitapları okuduktan, bazı resimlerin karşısına geçip renkleri, desenleri izledikten sonra, bazı şiirlerin dizelerinde de yaşamıyor muyuz? Bir süreliğine başka bir şeye dönüşüyoruz. Kaldığımız yerden devam etme kısmına çok katılmıyorum. Kaldığımız yer ile izlediğimiz film, okuduğumuz kitap sonrası devam ettiğimiz yer arasında başımıza bir şeyler geliyor ve biz artık ne kadarını sezeriz bilemem ama eski biz olmuyoruz.
Bilinç düzeyinde değilse de bilinçdışındaki arzulara, korkulara, karanlıklara bence iyi bir sanat eseri nazik ve derin bir şekilde dokunuyor. Ve bir besteden, bir sahneden, bir resimden etkilenişimizi, söze dökemediğimiz bir şekilde etkileniyor oluşumuzu buna bağlayabiliriz.
Bir “Geçiş nesnesi” olarak sanat
Bu aralar pek merakla okuduğum Freudien analistlerden Donald Winnicott, Oyun ve Gerçeklik adlı kitabında bebeklik dönemimize ilişkin “Geçiş nesneleri”nden söz eder.
Ben de “Acaba geçiş nesneleri denen şeyler yetişkin bilinçlerde sanat eserleri olabilir mi?” diye düşünmeden edemedim. Yazıyı yazarken aklıma gelen bu fikir belki kaleme alınmıştır ama bunun araştırmasına girmek yerine bu zihinsel çalışmayı yazarak sürdürmek istiyorum.
Winnicott’un 1951 yılında ortaya koyduğu “geçiş nesneleri” kavramı kısa bir özetle şu:
Çocukken zaman ve mekân bağlamından kopuk deneyimler yaşarız. Zaman ve mekân algımız henüz yerleşmemiştir. Nesnelerle ilişkiler vardır. Aslında belki meme emmek bile zaman ve mekândan bağımsız bir deneyim olarak yorumlanabilir. Çünkü memeyi anne olarak değil ya da annenin memesi olarak değil, bize ait/kendimizin uzantısı bir nesne olarak algılıyoruz. Bu kopuk deneyimlerin kendiliğimizin çekirdeğini oluşturduğunu belirtir Winnicott. Bizi bütünlenmeye götüren de annemizin bize sunduğu ortam olur. Kucaklayıcı, güvenli. Çocuk için bütünleyici bir alan sunar anne.
Belki insanoğlunun yoga bilgisine ulaşma ihtiyacı da bundan doğdu kim bilir…
Şu önemli; kendiliğin oluşması sürecinde annenin çocuğun ihtiyaçlarına eşduyumlu yanıtlar vermesi gerekiyor ki çocuğun iç dünyası olgunlaşsın. Ve çocuk kendini geçici olarak dünyanın merkezinde sansın. Buna Winnicott “yanılsama anı” diyor ve bunun gerekli olduğunu söylüyor. “Tümgüçlülük” (Klein, 1935) olarak nitelenen bu hal, bizlerin gelecekte dış dünyaya karşı direncimizi belirliyor. Annemiz bu süreçte ihtiyaçlarımızla örtüşen yanıtlar verdikçe tümgüçlülüğümüz destekleniyor. Bir süre sonra ise çok yumuşakça, kademeli bir şekilde annenin çocuğun bazı ihtiyaçlarına yanıt vermemesi, bazı konularda yetersiz kalması, bazı kırılma anlarına neden oluyor. İşte bu geçiş aşaması. Kendi krallığımız ile dış dünya arasında kendimizle karşılaşma anı. Tümgüçlülük kalemiz yıkılmaya başlar, gerçeklik duygusu gelişmeye başlar, anneden ayrılmaya ve bireyselleşmeye doğru yolculuk başlar. “Geçiş nesnesi” bu aşamada ortaya çıkıyor. Bir oyuncak ayıcık, oyuncak bir bebek, bir battaniye vb. gerçek olmayan, muktedir olduğumuzu sandığımız içerideki dünyamız ile dışarıdaki gerçeklik arasında geçişi sağlamak üzere bir nesne… Kendi başımızın çaresine bakmaya başlamanın, bireyselleşmenin ilk adımı. Anneden de alamadığımızı bu nesne üzerine inşa ederek ikame etme çabamız.
Tümgüçlülük sürecinde bilinçdışında olan bitenler kendimize dair pek çok şeyin temelini oluşturuyor ve bana kalırsa ve anlamak istediğim şekliyle; yetişkinlik döneminde tümgüçlülüğümüzle ve dış dünya ile geçiş nesnelerimiz artık sanat oluyor. Müthiş bir geçiş nesnesi… İster bir eser tarafından zihinsel, fiziksel, ruhsal olarak uyarılalım, ister eseri yaratan biz olalım… O eserle karşılaşma anı bizi başka bir boyuta, geçmişimizle bağ kurmamıza, bilinçdışının derinliklerine taşıyor.
Belki de yazının başında belirttiğim, başka tür canlıya dönüşme meselesi de budur…
Kendi hesabıma bu durumu en son, yukarıda sözünü ettiğim Stalker ile yaşadım diyebilirim. Çocukken annem tarafından belki eşduyumsal olarak karşılanmamış ihtiyaçlarım nedeniyle oluşan boşluklara rağmen kendilik halim ile dış dünya arasındaki geçiş nesnelerim genellikle filmler oldu diyebilirim.
Stalker’ın konusunu ve inanç felsefesine göndermelerini, çok yönlü zihinsel açılımlarını, katman katman derinliğini anlatma derdinde değilim. Şu çarpıcı fikirden söz edip beni bir “geçiş nesnesi” olarak neden çarptığını kısaca yazacağım:
Bir romandan uyarlanan filmde, bir bölge (zone) vardır. Buraya ancak bir iz sürücü (stalker) eşliğinde girilebilir. Bölgede ulaşılması güç bir oda vardır. Bu odaya ulaşıp içine girenler en en derindeki arzularının gerçekleşmesi riski ile karşı karşıyadırlar. Risk kelimesini kasten kullanıyorum. En derindeki arzu psikanaliz bakış açısıyla, çok derinlerde ve yüzleşmek istemediğimiz bir şey olabilir, muhtemelen de öyledir. Kaldı ki filmde bu somut olarak ifade edilir. Bir “stalker”, arzularını gerçekleştirmek üzere odaya girmiştir ve arzuları gerçekleşir. Çok zengin olur ama kardeşini öldürür, dayanamayıp intihar eder. “İşte bu kadar ağır olabilir en derindeki arzular ile yüzleşmek” der film bir yerde. Bu duruma son vermek isteyen ise bir bilim insanıdır. Niyetini film boyunca gizler ve pek çok tuzağı, testi aşıp odaya ulaştığında odayı yok etmek üzere meslektaşlarıyla birlikte hazırladığı çok güçlü bir bombayı çantasından çıkarıp en derindeki arzularımızı gerçekleştiren kaynağı yok etmek ister. Gerekçesi de dışarıdaki insanları ve kendini korumaktır. Bilim insanı en derindeki arzuların karanlığından, belirsizliğinden, bunla yüzleşmekten, sonrasında olabileceklerden çok huzursuzdur ve çözümü dışsal bir müdahalede arar. Dışarıdan yok edicilik. Peki böylece insanlar arzulamaya devam etmeyecek mi? Fark etmedikleri, bastırdıkları, yüzleşmek istemedikleri arzularını sağaltmış olabilecekler midir bu bomba ile? Elbette hayır. Film bu soruların cevabını arıyor mu bilemiyorum ama benim aramamı sağladı…
Stalker, “En derindeki arzular gerçekleşmemeli” demiyor. Bunu tartışıyor ve aslında bize tartıştırıyor.
Düşüncelerimde derinleşme çalışmalarımda ben de bunu tartıştım kendi kendime. Ve dayanak noktalarım yine şu üçlü oldu: psikanaliz, yoga, Buddha öğretileri.
Bir nevi zihni esnetme çalışması:
-Psikanaliz kısmında yaptığım otoanalizleri kendime ayırarak-
Buddha ve Yoga öğretileriyle Stalker’ın ne alakası olabilir?
Buddhacı mitolojide Mara şeytandır ve arzu tanrılarının kralıdır. Siddharta’nın Buddha olma hikayesinde bir ağaç altında oturup ermişliğe hazırlandığı süreçte Mara, üç güzel kızını yollayarak Siddharta’yı yolundan çelmeye çalışır. Bir nevi arzu testi diyebiliriz belki ve bu testten başarıyla geçer, daha sonra şeytanların saldırısına uğrar, bunlardan da geçer. Bu zorlukları kendisinin zihin oyunları olarak da yorumlayabiliriz. Buddha verdiği ilk vaazda acının kaynağının arzularımız olduğunu söyler. Bu acıyla baş etmek için bize yollar çizer. Arzunun yanına hırsı da koyar. İkisi birbirini tamamlar. Arzunun ve hırsın kaynağına iner Buddha ve bunların kaynağının duyularımız, duyumsadıklarımız ve düşüncelerimiz olduğunu söyler.
“Bir şey hakkında duyularımız, hislerimizle bilgi edindikten sonradır ki o şeyi kendimize maletmek, kendimizin kılmak isteriz.” (Walter Ruben, Eski Metinlere Göre Budizm). Mülkiyetçiliğe kadar gider bu. Günlük yaşamın döngüsündeki faniler olarak yoga bilgisinde de önerilen duyuların içe çekilmesini (pratyahara); asana, pranayama, meditasyon çalışmalarımızda uygulamaya çalışabiliriz. Öte yandan süregiden bir hal olarak pratyahara’yı içselleştirmemiz güç, yine de günlük pratiklerde buna yer açmak bize arzularımız ve hırslarımız üzerinde başka bir bağlantı kurmamızı, sonra da o bağlantıyı kesip atmamızı sağlamak için bir alan açabilir.
Mircea Eliade’nin Yoga, Ölümsüzlük ve Özgürlük adlı kitabında da yoganın bilinçdışına bakışını anlatan çarpıcı bir tarif vardır:
Psikolojik-zihinsel hal (Çitavrtti) devamlı akan bir nehre benzetilir ve bunun çekilip çevrilmesi, işlenmesi önerilir. Aslında kontrol edilmesi de diyebiliriz ki yoga kelimesinin etimolojisiyle de örtüşüyor. Ancak yönetilse bile bu nehrin girdaplar oluşturduğu, bitmek tükenmek bilmediği, bilinçdışında gömülü olan rezervlerden, başka psikolojik-zihinsel hallerin sökün edeceği söylenir. Binlerce yıl öncesinin öğretisi yoga, bilinçdışını vasana kavramıyla karşılıyor. Patanjali vasana’ya “özgül bilinçaltı duyumları” diyor. Yoga bilgisi bu girdaba kapılıp gitmemek için, yani Çitavrtti’leri yok etmek için “bilinçdışı-bilinç” devresinin mutlaka kesilmesi gerektiğini söyler. Yoganın teknikleri bunu başarmak üzere bir disiplinler toplamıdır denebilir. Eliade’nin ifadesiyle “Bu tekniklerin en kaba hatlarıyla amacı psikolojik-zihinsel akışı yok etmek, bunun “durdurulmasını” sağlamaktır.”
Stalker filminde en derindeki arzularımızı yerine getiren bir dış güce karşılık ve varsayılan o gücü yok etmeye karşılık ben; içimdeki arzularımı, hırslarımı, olası mülkiyetçilik zaaflarımı yoga bilgisiyle, Buddha’nın öğretileriyle işte tam da söylendiği gibi önce kontrol etmek, sonra bilinçdışı-bilinç devresini kesmek üzere çalışmaya çalışıyorum. Ama tüm bunlardan önce bilinçdışımın varlığını, burada olan biteni sezmem, kendime, hafızama yaklaşmam, “tümgüçlülüğümün” tortularından yararlanmam için mutlaka psikanaliz ve “geçiş nesneleri” olarak sanat eserleri diyorum.
Ve bu olağanüstü zamanlarda yazı yazarak, video çekerek, podcast kaydederek, resim çizerek, fotoğraf çekerek vs. kendimize yaklaşıyoruz, insanlarla bağ kuruyoruz. Bunları teşhir ettiğimizi değil, üretilenleri paylaştığımızı ve bunun insanı bütünleyici bir anlam taşıdığını düşünüyorum. Aynı şekilde sanat eserleriyle kurduğumuz ilişkilerin de bu yoldan geçip aynı yere ulaştığını düşünüyorum. Tümgüçlülüğümüz ile dış dünya arasında insanların köprü kurma çabalarını, “geçiş nesnelerini” küçümsememek gerek. Önce hepimiz bir o tümgüçlülük dönemindeki eksikleri çözelim. Önce kendimizle meselemize bir bakalım.
Son olarak, ben de başlığa yanıt vereyim… Bence siz de verin…
Maalesef geçiş nesnemi hatırlamıyorum, belki de ve büyük ihtimalle yoktu ne yazık ki… Hatırlayacağım yaşlarda da geçmişten gelip karşıma çıkmadı böyle belirgin ve çok bağlı olduğum bir şey. Meseleler biraz dağınıktı, yani zaman ve mekan algımdaki bütünlenme pek oluşamamıştı. Belki siz hatırlarsınız ya da belki eski oyuncaklarınız arasında hiç yanınızdan ayırmadığınız, artık paramparça olsa bile sakladığınız pofuduk ayıcığın geçiş nesneniz olduğunu fark ettiniz şimdi… Ya da bebeklik battaniyeniz vs.
Sanıyorum tümgüçlülük dönemim de biraz sıkıntılı geçti ki psikanalizle paçayı kurtardım. Rezervlerimin boş olduğunu söylemişti psikanalistim yıllar önce. Rezervleri doldurmak için çok çalıştım. İnsanın analiz süreci öyle kolay bir şey değil ama eşiz bir deneyim, eşsiz bir çalışma. Gerçekten yürekli olmak gerek. Hem cesaret hem gönüllü olma manasında… Ve sonra meditasyonlar ile sürdürülebilir hale getirdim dengeli olmayı. Arada elbette sistem hata veriyor ama hangimizinki vermiyor ki…
Önemli olan zihin dağıldığında, sayılar karıştığında 1’e geri dönmek, belki her seferinde 1’e geri dönmek.
Nilüfer Eyiişleyen